30 Kasım 2014 Pazar

Evrenin çürük elması: İnsan

Karanlık, ışıksız bir gecede; yapay seslerden uzak başımı göğe kaldırdığımda gördüğüm manzara tek kelimeyle muhteşem. Gizemli ve ulaşılmaz bir güzellik. Milyarlarca yıldız ve gök cismi bir ışık tarlası gibi serilmiş. Milyarlarca yıl öteden göz kırpan ışıkların karşı konulması zor çekim gücüne kapılmamak mümkün değil. Mekan ve zamandan kopup bu yıldızların arasında dolaştığımı düşlediğimde, keşke imkan olsa da böyle bir yolculuğa çıkabilsem diyorum. Bazen okuduğumuz UFO hikayelerindeki gibi bir uzay gemisine bindirilip kaçırılmak fikri bile cazip geliyor bu muhteşem manzaranın, akıl çelen çekiciliğinde. Yıldızlar, gezegenler, karadelikler, galaksiler, süper novalar... Belki hiç bir zaman bilemeyeceğimiz, kavrayıp anlayamayacağımız bir sonsuzluk içindeki varoluş.

Böyle tarif edilemeyecek duyguların esirliğinden, bahsettiğimiz bu muhteşem evrenin bir parçası olarak yaşam bulduğumuz Dünya'ya döndüğümde tam felaketin içine düşmüş gibi oluyorum. O güçlü bir anlam bulan zihinsel yolculuğun son bulduğu yer: savaşlarla, ölümlerle, acılarla dolu; çekememezlik, dedikodu, kibir ve düşkünlük ile çevrili hayatlar yığınının içi. Kaçış yok, kurtuluş yok. Yaşanmak zorunda olunan bir süreç. Ne kadar karanlık olsa bile aydınlanma umuduyla yapılan mücadelelerin ışığı katlanma gücü veriyor bir nebze olsa da. Ya da en iyi çare olarak var olan tek evrenin bu dünya olduğuna ve yaşanacak tek hayatın bu olduğuna  inanıp, devam etmek. Nitekim çoğunlukla öyle yapıyoruz.

İnanç gereği, şu muhteşem evreni ve onun akıl sır ermez işleyişini var eden yüce yaratanın, Allah'ın o incelikli, sınırsız gücünün yarattığı insanoğlunun, bu evrenin varoluşuna ters olduğunu düşünmemek pek mümkün görünmüyor. Bu mükemmelliğe zıt bir zihinsel oluşumdur insan. Yüce Allah, onca peygamberine rağmen adam edememiştir insanoğlunu. Bildiğini okumuş ve okumaya devam etmektedir insan. Ve Allah'la alay eder gibi doldurduğu camileri, kiliseleri ve sinagogları da buna alet ederek... Şu yaşadıklarımıza bakınca böyle düşünmemek mümkün mü? 



28 Kasım 2014 Cuma

Basketbol ve Evrim

İki metrelik basketbolcuları görünce uzun boylarına şimdi bile şaşırır, hayret ederim. Omuzlarına ancak yetişir, yüzlerine bakmak için başımızı kaldırmak zorunda kalırız. Tabi onlarda eğilmek zorunda kalırlar bizim gibi kısalarla muhatap olabilmek için. İletişimde, alışık olunmadığı zaman, her iki taraf içinde sıkıntılı, tuhaf bir durum olabilir.

Sadece basketbolcular uzun boylu değildir tabi ki. Çevremizde her zaman genel ortalamaya göre uzun boylu bireylerle karşılaşırız.


Basketbolcuların uzun boylu olmaları toplumda basketbolun boy uzattığı gibi bir kanı oluşmasına neden olmuştur. Yıllarca bizim de inandığımız, çocukluk ve lise yıllarında boyumuz uzasın diye basketbol oynamaya gayret etmemize neden olan  yanlış bir yargı. 

En azından kendimizden ve arkadaşlarımızdan gördüğümüz durum bu. İşin şakası bir yana, bilimsel olarak basketbol ile uzun boy arasında fiziksel olarak bir ilişki yok. (Bunun nedeni büyük ölçüde kalıtsal mirasımızdır.) 
Ama aralarında başka bir yönden güçlü bir ilişki var: Yapay seçilim.

Evrimin doğadaki işleyişinin en önemli mekanizması olan doğal seçilimin spor salonlarındaki işleyiş şeklidir bu. Yani burada, bu sporcuların uzun boylu olmalarının sebebi bu sporu yapmaları sonucu bedenlerinden kaynaklanan fiziksel bir gelişim değil, oyun kuralları içinde hedefleri olan potanın yüksekliğidir. Bu yüksekliğe karşı en ideal oyuncu uzun boylu olandır. Bu nedenle aynı yetenekteki iki oyuncu arasında seçim yapacak takım sorumlusunun tercihi uzun boylu olanı seçmek olacaktır. Böylece karşımıza uzunlardan oluşan bir takım ve spor çıkmaktadır. Yani kısacası basketbolcular basket oynadıkları için uzun boylu değil, uzun boylu oldukları için basketbolcudurlar.

Diğer spor dalları veya hayatın bir çok alanında bu tip örnekler vardır. Örneğin at yarışlarındaki jokeylerin kısa boylu oluşu gibi.

Evrim teorisindeki doğal seçilimin işleyişini anlamaya yardımcı olabilecek güzel bir örnek olduğunu düşündüğüm için bu bir kaç paragrafı yazdım.

Ne de olsa düşünmek paylaşmak içindir...

25 Kasım 2014 Salı

Ölgün Hayatlar (şiir)











Sokak lambalarının patlak ampülleri altında
bir tenekedeki ateş
yüzümüzdeki oynak ışıltılarıyla alev
ve alevle dans eden ölgün gözlerimiz

umutsuzluğu işliyor 
yağmur ıslaklığıyla
sönüveren ateşinde 
yüreğimiz

ve 
ezip geçtiği düşlerimizle hayat
sesimize sağır
sefilliğimize kör

23 Kasım 2014 Pazar

Irkçılık üzerine (ırkçı olan el kaldırsın)

Şu dünyada insanoğlunun başında pek çok bela var. Saysak uzun bir liste olur. Ben bunların en tehlikelilerinden biri olan 'ırkçılık' belası ile ilgili bir kaç söz söylemek istiyorum.

Irkçılığı sözlük anlamıyla, insanları renk ve fiziksel özellikleri; etnik olarak, farklı kültür ve inançları ile bir üstünlük sıralamasına sokmak olarak tanımlayabiliriz. Fakat ben ırkçılığı burada insanların tüm ötekileştirici tavır ve davranışları olarak alıyorum.

Daha çok kapitalizm ile siyasi, sosyal alanda kendini sistematik olarak belli etse de geçmişi ilk sınıflı toplumlara kadar uzanıyor. Eşitlikçi komünal yaşamdan kopmayla birlikte, bireysel sahip olmanın o tatlı ve vazgeçilmez zehri,  binlerce yıllık bir geçmiş ile insan toplumuna ve bireye çok güçlü bir şekilde işleyip kalıcılaşarak, nesilden nesile daha da güçlenerek geliyor. Sınıfsal ve bireysel bencillikten alıyor gücünü. Kendinden, ailesinden, kavminden, milletinden; toplumsal, sosyal grubundan olmayanlara karşı olumsuz ön yargılar olarak, kendini gösteriyor. Sahip olmanın, daha da fazla sahip olmanın önündeki her şey alt edilmesi gereken bir düşman olarak görülüyor. İnsanın insana, insanın doğaya eziyetinin psikolojik meşrutiyet aracı oluyor.

Irkçılık, eşitlikçi olmayan toplumlarda, gücü elinde bulunduranların bu engellenemez sahip olma isteklerinin önündeki engelleri aşmak için, emeklerini sömürdükleri geniş toplum kesimlerini harekete geçirip kullanabilmelerini sağlayan bir silah işlevi görüyor. Sistem gereği sahip olabileceği hiç bir şey olmayanların da sahip olma arzuları, sahipler tarafından acımasızca kullanılıyor. Egemen sınıf bu zehri oluşturduğu eğitim ve kültür mekanizmalarıyla tüm topluma sistematik olarak enjekte ediyor.

Gelelim kendimize;

Yukarıda bahsettiğimiz anlamıyla hangimize sorsak, 'ırkçılık kötüdür' deriz mutlaka. Irkçı olduğumuzu kabul etmesek de hepimiz ırkçıyızdır az ya da çok. Irkçı olduğumuz içindir ki bunca savaş ve yıkım. Bu yüzdendir ki bir anda milyonlarca insanı katletme kararlılığı ve azmi. İnsan doğasında olmadığından, bir hastalıktır ırkçılık. Hastayızdır bu yüzden hepimiz.Ve bu hastalığın varsa bir çaresi görür müyüz bilmem.

Belki bir başlangıç olarak: Herkesin aynaya bakması umuduyla..

21 Kasım 2014 Cuma

Soluksuzum (şiir)



Hüzün esen sevgilerin koynunda
alır giderim kendimi
                       kendimden uzaklara
korku dolu zaman dilimlerinde
yolculuğum.

Önemsenmeyen hayatların
roman kahramanıyım
kırılgan kalplerin lanetiyle
kıvranır bedenim.

soluksuzum...

binbir yakarışın sonu
bir kırıntı ekmek
bir damla su
         ve yalnızliğim...

                    Serhat ÖZCAN

20 Kasım 2014 Perşembe

Martin Eden / Jack London

Bazı kitaplar öyle güçlüdürler ki okurun içinde silinmeyen izler bırakırlar. Kalbimizin attığı son ana kadar bizimle beraber, beyin kıvrımlarımız da gezinirler. Ve zaman zaman kendilerini hatırlatmak ister gibi ya da ihtiyacınızın olduğunu bilirmiş gibi ortaya çıkarlar. Bu anlarda bir tebessüm dudaklarınızda, bir parıltı gözlerinizde belirir.

 Jack London Martin Eden'i yazdığında böyle etkileyici, iz bırakıcı bir roman olacağını tahmin etmemiştir belkide. Hangi yazar bilebilir ki yazdıklarının hangi kuytulara ulaştığını, kimlerde nasıl bir etki bıraktığını. Bilebilirler mi ki; hangi hayatları hangi yollara ittiklerini. Belki bir uçurumun kenarından almış, belki de girdap olup karanlığa çekmiştir birini... İşte böyle bir romandır Martin Eden.

Jack London 1909 yılında yazdığı yarı otobiyografik bu romanında kahramanı Martin Eden şahsında, bireyciliği irdelemiştir. Yoksul bir gemici olan Martin, zengin bir ailenin kızı olan Ruth'a aşık olmuştur. Bu aşka karşı çıkan kızın ailesinin ve Ruth'un gözüne girmek, onlarla aynı seviyede olabilmek için zorlu bir yazarlık mücadelesine girişmiştir Martin. Büyük bir azimle hedefine ulaşmış olsada zihinsel olarak vardığı nokta beklediği gibi olmamış, istediği mutluluğa ulaşamamıştır.
Jack London'ın bu etkileyici romanı, muhtemelen göz yaşlarıyla sonlanıp, üzerinizde uzun süreli bir etki bırakacaktır. İyi okumalar...






19 Kasım 2014 Çarşamba

Domuz eti niçin haram ?


Ülkemizde, Anadolu coğrafyasında, her yörede yaşayan bir hayvandır domuz. Onu sevmez, iğrenir ve nefret ederiz. Çünkü dinimizde haram kılınmış bir hayvandır. Pek çok harama çok kolay bir şekilde el uzatırken domuz etine karşı sarsılmaz bir haram anlayışımız vardır. Etini ve yağını yememek için oldukça dikkatliyizdir hele ki hristiyan ülkelerde yaşayan veya oralara seyahat eden müslümanların daha da dikkatli olması gerekir bu konuda.

İslam inancındaki bu yasak kaynağını Kuran'dan alır:
"Allah sizlere yalnız leşi, kanı, domuz etini, bir de Allah'tan başkası adına kesilenleri haram kıldı.''
(Bakara, 2/173).
"Leş, kan, domuz eti, Allah'tan başkasının adı anılarak kesilen hayvanlar sizin için haram kılınmıştır." (Mâide,^5/3)
"Ey Muhammed, de ki: Bana vahiy olunanlar arasında, yiyen bir kişinin yediği herhangi bir şeyin haram olduğuna dair bir hüküm bulamıyorum. Ancak leş veya akıtılmış kan, yahut domuz eti ki bunlar pistir, yahut doğru yoldan çıkarak, Allah'tan başkasının adı anılarak kesilen hayvanların yenmesi haramdır..." ( En'âm, 6/145)

Yukarıdaki ayetlerde de görüldüğü gibi Domuz eti haram kılınarak yasaklanmıştır. Sadece hayati durumlarda gereğinden fazla olmamak şartıyla tüketilebileceği yine Bakara sûresi 173. ayette belirtilmiştir.

Peki neden yasaklanmıştır? Haram kılınmasının sebebi Kuran'da açık olarak belirtilmemiştir. Sadece pis olduğuna dair bir atıf vardır. Sonradan yapılan yorumlarda bu hayvanın kendi pisliği içinde, çamurda yaşadığı için bu şekilde haram kılındığı belirtilmiştir. Fakat bu neden çok mantıklı değildir, çünkü etini yediğimiz bir çok hayvan aynı durumdadır. Domuzlar ter bezleri olmadığından vücut ısısını kontrol etmek için suya yada çamura ihtiyaç duyarlar. Yakın zamanlarda ise tespit edilen bazı hastalıklar ve etinin çok yağlı olması gibi nedenler ileri sürülmüştür. Yani bu haramın haklılığını ortaya koymak amacıyla nedenler, fikirler üretilmeye çalışılmıştır. Sonuçta inananlar için bir nedene gerek yoktur. Kuran'da haram olduğu belirtilmiş olması yeterlidir. Bu dinsel yaklaşımlara sert bir karşıtlık içinde olan bazı çevreler de domuz savunuculuğuna soyunarak olayı ideolojik bir çatışma ve rekabet anlayışıyla hareket etmişlerdir.

Bu tip yasaklamaların, kuralların mutlaka bulundukları zaman içindeki şartlara bağlı mantıklı nedenleri vardır. Yerel nedenlere dayanan pek çok kural dinsel yayılış ile birlikte tamamen alakasız yer ve zamanlarda devamlılıklarını sağlayabilmektedir. Muhtemelen Arabistan'ın sıcak çöl ikliminde bazı hastalıklara neden olduğu düşünüldüğünden bu yasaklamaya gidilmiştir. Ya da farklı dinsel inançlardan etkilenilmişde olabilir. Çünkü yine bu coğrafyada daha eski bir semavi din olan musevilikte de domuz eti, tavşan ve deveyle birlikte yasak edilmiştir. Musevilikte Karşut denen yasalarda nelerin yenebileceği veya yenilemiyeceği belirtilmiştir. Bunun dışında pek çok kültür ve inançta farklı nedenlerle domuzla beraber yenilmesi yasaklanmış hayvanlar bulunmaktadır. Örneğin bir teoriye göre orta Asya'da bazı göçebe kabilelerin domuzdan nefret etmesinin sebebi mücadele ettikleri yerleşik toplumların bu hayvanı besleyip yetiştirmesi olarak gösterilmiştir.

Her kültürün binlerce yıl içinde biriktirdikleri ile yaşıyoruz. Farklı şartlarda, farklı amaç ve sebeplerle ortaya çıkmış olan kültür öğelerinin bazılarını nedenini bilmeksizin yaşatıp gelecek nesillere aktarırken, bazılarının mevcut şartlarda değişmesinin ya da kaybolmasının önüne geçemiyoruz. Değişim ve evrim süreci doğayla beraber kültür üzerinde de etkisini devam ettiriyor.

Daha iyiye doğru bir değişim umuduyla...

17 Kasım 2014 Pazartesi

Yaşama Dair (şiir)









Bazen gök yağar yağmur olup
Bazen yürek atar ateş olup
Bazen beyaz kanatlı bir kuşun arkasından bir ömür koşulur
Bazen susulur
Bazen sessiz öylece bir köşede
                  Bazen coşkun bir nehirde
                                                      Ama Hep Şaşkın...

                                   





10 Kasım 2014 Pazartesi

DARA ANTİK KENTİ

   
Mardin sadece tarihi merkez yapılaşmasıyla değil çevresindeki ören yerleriyle de görülmesi gereken değerli bir şehir. Lezzetli yemeklerinin kokusuyla birlikte tarihin derinliklerinden gelen baş döndüren bir kokuya da sahip. Bu ören yerlerinden en önemlilerinden biri Dara Antik kentidir.

Bilindiği kadarıyla M.Ö 530-570 de İran Hükümdarı Darayuvaşi (Darxis) tarafından dinlence yeri olarak kurulmuş İran ve Romalılar arasında el değiştirmiş, daha sonra İslam devletlerinin kontrolüne geçmiş bir yer Dara. Yapılan kazılarla ortaya çıkarılan başlıca eserler; Su sarnıcı, taş köprüsü, kayadan oyma evleri, kaya mezarları ve son dönemlerde bulunan mozaikler. 
Ziyaret etme şansı bulduğum Dara Mardin - Nusaybin kara yolu üzerinde. Burada Mardin merkeze bağlı, Oğuz köyünde 
3 bin civarında bir nüfus yaşamaktadır. Binlerce yıllık bir tarihin üzerinde kurulmuş bu köyün yapılarında, bahçelerin sınırlarını belirleyen duvarlarında antik kente ait taşlar kullanılmış, geçmişin ruhu her eve bu şekilde işlemiş. Mezopotamya'nın insanı baştan var eden bereketli toprakları üzerinde, tarlalarına, bahçelerine çalışmaya giden köylüler acaba üzerinde durdukları bu tarihten ne kadar etkilenmişlerdir. Adımlarını attıkları her yerde bu en az 2500 yıllık tarihin kalıntılarına rastlıyor, günlük yaşamlarını üzerinde geçiriyorlar. Çocuklar bir zamanlar çok değerli ve farklı anlamlar içeren, yaşamlarının bir parçası olan bu mekanlarda oynuyor, eğleniyor, çalışıyor ve büyüyorlar. Hayatın ağır şartları, onlarca yıldır süren çatışmalı ortam, baskılarla beraber, yine büyük savaşlara ev sahipliği yapmış bu görkemli antik kentle aynı kaderi paylaşıyorlar belkide.
    
Gecenin karanlığında başınızı bir evin avlusunda yapılmış yatağınıza koyduğunuzda binlerce yılın seslerini taşıyan rüzgarın fısıltısını duyarsınız. Gökyüzünde binlerce yıl önce bir Dara'lının baktığı yıldıza sizde bakabilir, gözünüzü kapattığınızda Dara'nın eski sakinlerinin hayatlarına girip onları hissedebilirsiniz. Zeytin ağaçları, üzüm bağları ve tarlalarla çevrili bu köyde geçireceğiniz zaman sizi tarihinize biraz daha bağlayacaktır. 






     












8 Kasım 2014 Cumartesi

Aramızdaki Kara Kedi: Evrim Teorisi

      Dünya üzerinde öyle fikir ve düşünceler , teoriler var ki bunlar etraflarında oluşan kutuplaşmalarla kendilerinden bahsetirirler. Karşıt grup,sınıf ve toplumların birbirlerine karşı kullandıkları ideolojik silahlarının birer parçası olarak işlev görürler. Bu gruplara mensup bireylere de konu hakkında bir bilgileri olmasa da bu fikir ve düşünceleri savunmak kalır;yani sorun gerçeği bilmek değil inandığında ısrar etmektir. Bu körü körüne savunuş İnsanın kendine ve gerçekliğe çarpık bakışının , ihanetinin en iyi göstergesidir. Bu durumu pek çok yerde gözlemleye bilirsiniz . En barizi, ülkemiz politik arenasındaki iktidar gücüne toplumun emekçi, ezilen kesimlerinden görülen fanatik bağlılık.

      Bu girişten sonra gelelim mevzuya. Derdimiz yukarıda bahsedilen insanların arasına kara kedi gibi girmiş bir düşünce olan Evrim Teorisi hakkında kısaca bir kaç söz söylemek. Benimde ideolojik,siyasi tercihlerim nedeniyle, yukarıda bahsettiğim olumsuzluklar temelinde bilgi sahibi olmadan savunduğum bir teoriydi Evrim Teorisi. Okuduklarımla beraber edindiğim bilgilerle gördüm ki en azından bu konuda hata yapmamışım. Benim adıma gerçekten mutluluk verici bir durum.

      Evrim Teorisi, Darwin ve Wallace tarafından ilk ortaya atıldığı zaman olan 1859 dan bu yana, halen devam eden, şiddetli bir saldırıya uğramıştır. Bilimsel yöntemlerle her geçen gün geliştirilen ve sağlamlaştırılan bu teoriye bu düşmanlığın nedeni nedir? Bunun nedeni bu teorinin, tüm canlıların zaman içerisinde ortak atalardan farklılaşarak bugün ki çeşitliliğe ulaştığını ve bu farklılaşmanın zamanla birlikte süreceğini ortaya koymasıdır. Peki bu durum kimi rahatsız ediyor; tabi ki en başta toplumu yönetirken dini ve metafizik düşünceleri kullanan egemen sınıfları .Egemen dinsel düşünceler, tüm canlıların tek bir seferde yüce yaratan tarafından var edildiğini savunduğundan ,Evrim Teorisiyle karşı karşıya gelmiştir.
   
      Bu karşıya karşıya geliş insan topluluklarının yönetiminde kullanılan dinsel dogmatizmin sarsılmasına ve sorgulanmasına neden olduğu ve olabileceği için Evrim Teorisine yoğun bir karşi koyuş yaşanmaktadır. Bilimsel bilgiden yana olanlarla gerçekliği inançlarla açıklamaya çalışanlar arasında bu tartışmanın çok çok uzun yıllar süreceği belli. Hiç bir bilimsel değeri olmayan yalan yanlış bilgilerle bu teoriyi çürütmeye çalışmanın bilim savunucularına bir etkisi olmamakla birlikte asıl amacı yoldan çıkmaya meyilli olanları engellemek. Aramızdaki kara kediye inat Evrim teorisini öğrenelim, öğretelim. Ön yargılardan uzak gerçeği bilmek herkesin hakkı.   Saygılarımla ..

4 Kasım 2014 Salı

Bir Kelam: Şehirden Kaçmak

Büyük şehirlerin koşuşturmacası içinde zaman zaman sanki biri dürtmüş gibi yerinden hoplar insan; "Ben burada yaşayamam, köyüme dönmeliyim, iki üç tavuk bir inek yetiştiririm çok daha iyi olur vs. vs..." Bunları çok duymuşuzdur ve kimsenin yerinden kıpırdayamadığını da aynı şekilde çok görmüşüzdür. 
Şimdi bu dürten her neyse, bugünlerde bana da musallat oldu; oturunca, kalkınca, işe gidince, pestilim çıkmış şekilde işten dönünce, evin her köşesinde bu dürtü peşimi bırakmıyor. 
Ben mi yaşlandım da toprağa mı bakıyorum yoksa toprak mı bana özlem duyuyor bilmiyorum. Ama dağın, taşın, toprağın, ağacın, denizin çağrısını tün benliğimle hissedebiliyorum. Doğup büyüdüğümüz bu şehrin artık bizi boğduğunu, sahte mutlulukların peşinde debelenip durduğumuzu fark edince doğanın çağrısını daha iyi duyabiliyoruz. Böylece bizi dürtenin ne olduğu da ortaya çıkmış oluyor. 
Bu durumda pılımı pırtımı toplayıp ailemle birlikte, arkama bile bakmadan, tüm kaygıları geride bırakarak doğaya ve insanlığımıza daha yakın olabileceğimiz hayallerimizdeki yere çıkıp gidiyoruz... demek isterdim; ama pek çoğunuz gibi yerimde çakılıp kalıyorum. Çocukların okulu, yaşayabilmek için para; bu parayı elde etmek için bir iş, yeni bir yere, farklı yaşamlara karşı güvensizlik ve korku; büyük şehrin içimize enjekte ettiği zehrin sonuçları olarak bizi hapishanemizde tutuyor. Çünkü şehrin kölelere ihtiyacı var ve o kölelerde biz oluyoruz.

Umutla kalın..

Kent (şiir)










Bitişe az kaldı
son nefes alışlar
kirliliğinde kentin.

bırakıp gitmek
tüm pisliğiyle
kaypaklığı
ve kadir bilmezliğiyle.

Kaçmak
geriye bakmaksızın.
yok sayıldığımız sokaklarında
yaşanmayan bir ömürde
bir istatistik rakamından başka bir şey değildik
kara kaplı tozlu defterlerde.

Güçsüz bırakıldık
yeter demeye bile takatimiz yok
korkulardı,kaygılardı
ve bu sokaklara salıp günahlarını aldığımız çocuklarımızdı
bizi bağlayan bu kente.

Köleliğimizin sebebiydik
azad edemedik kendimizi
kaçıp gitmek kaldı bize
ama nereye ve nasıl
bir cevabımız bile yoktu.
Işıklarında kentin karanlıkta kaldık
kalabalığında yapayalnız.

Ey kahpe kent !
tutsağın olduk
ölüm kurtarır bizi senden
ama o da cehenem gazabıyla bizi bekler
çünkü kirliliğinde günaha bulaştık...

                                 Serhat Özcan 

Ateş / Henri Barbuss


 Savaşın ismi Ateş


Henri Barbuss'ın Ateş isimli romanında I. Dünya savaşında Fransız - Alman cephesinin ön hatlarında çarpışan Fransız askerlerin yaşamı anlatılıyor. Yazar da bu Fransız askerlerden biri olarak, tüm acımasızlığı ve dehşetiyle gerçekliği önümüze serebilmiş.
Bu kitabı okurken savaşın dehşetini içinizde hissedeceksiniz. Sömürücü düzenin ve bu düzenin efendilerinin yol açtığı ve yol açmaya devam ettiği felaketleri, siperdeki o askerlerden öğreniyoruz. Bu bir avuç sömürücü zümrenin karşılıklı olarak oynadığı savaş oyununda acıyı ve ölümü yaşayanlar hep sömürülen halk tabakaları oluyor. Cephenin iki tarafı da bu durumda.
Bu kitapta savaşın şovenizmin penceresinde göründüğü gibi kahramanlığın, gücün, zaferin değil; acının, vicdansızlığın, çaresizlik ve tükenişin adı olduğunu öğreniyoruz.
Okunmasını şiddetle tavsiye edebileceğim bir roman. Savaşsız günler umuduyla...