28 Haziran 2015 Pazar

Ölen İnsan Biten İnsanlık

Yazılar yazıyor, ırkçılığın, fanatizmin ne olduğunu ve ortaya çıkardığı sorunları dile getirmeye çalışıyoruz. Yaşadıklarımızı görünce buna ne yazının ne sözün fayda edebileceğini düşünmeden edemiyorum. Beraber yaşadığımız binalar, sokaklar, mahalleler, şehirler, ülkeler ve en önemlisi de Dünya. Aynı kökten gelmiş, yeterince geri gidildiğinde istisnasız her kesin aynı ataya bağlandığı bir dünya dolusu insan... Binlerce yılın getirdiği farklılar üzerinden basit bir çıkar döngüsüne alet olup, bir birini kıran insanlar... Her türlü dini, kutsallığı bu kırım için en adi biçim de kullanabilecek zihinsel bozulmaya uğramış insanların estirdiği terör... Ve en acı vericisi de, gizli saklı olmadan vahşetin göz önünde olduğu bir durumda, kendine seven sevilen, anne baba, kardeş, dost diyen ve kendini en kutsal insani değerlerle özdeşleştiren bireylerin, toplumların sadece milliyetçi- ırkçı kirliliklerinin hedefi olduğu için  göz göre göre burunlarının dibindeki kadın, çocuk, bebek katliamına bırakın tepkisiz kalmayı, zil takıp oynayacak kadar sevinebilecek duruma gelmeleri... İnsanlık namına nasıl bir dehşet durumla karşı karşı olduğumuzu varın siz düşünün.

İnsana laik görülen muhteşem bir beyinin en basit bir organizmanın bile düşemiyeceği bir adiliğe, bayağılığa düşmesi insanı mükemmel gören tüm teorileri çöpe atmaya yetecek bir durum. Bu beyinlerin, bu vahşetin kısa zaman içerisinde kendisine ve sevdiklerine yönelebileceği gibi basit bir çıkarımı bile yapamayacak bir duruma düşmesi, insani değerleri ve ahlakı bir yana bırakın, kendi aleyhine olan bu duruma, en azından kendi çıkarı için bile tepki gösteremiyecek bir körlük içinde olması  insanoğlu nereye gidiyor sorusunu önümüze koyuyor.

İnsanın fiziksel ölümünün yanında zihinsel ölümünün de gerçekleştiği bu dönemde unutmayalım ki, "nefret öldürür sevgi yaşatır."


24 Haziran 2015 Çarşamba

Kimden Nefret Etmeliyiz ?


Bazı fikirler var ki onlardan kayıtsışartsız nefret ederiz. Sorgulamayız, gerçekte nedir diye bir merak duymaz ama nefret kusmak için en ufak bir ikirciklik göstermeden saldırgan bir tutum alırız. O fikirlerin ya da o fikirleri temsil eden toplumsal grupların bizim yanımızda olabileceği ihtimalini aklımıza bile getirmeyiz.  

Genelde bu fikirler ve gruplar hakkında kötü oldukları dışında bildiğimiz pek bir şey yoktur.  Ama nefretimiz sağlamdır. Çünkü nefret etmemiz gerektiği bize bir çok yöntemle öğretilir. Kim öğretir bize? Bu fikirlerin hedefindeki güçler tabii ki...

Bir fikri ona düşman olan bir kurum ya da kişiden doğru bir şekilde öğrenmeyi beklemenin  saflık olacağını söylemek yanlış olmaz sanırım. Zihnimizi bir yokladığımızda göreceğiz ki toplum olarak nefret ettiğimiz fikir, grup ve davranış modellerinin hemen hemen tümü sisteme muhalif ya da çıkarlarına ters. Bu yüzden kimden nefret ettiğimizi değil kimin adına nefret ettiğimizi sorgulamak daha önemli.




20 Haziran 2015 Cumartesi

Irkçılık Niçin Bir Hastalıktır?

İnsanoğlu şu ölümlü dünyada birbiriyle didişmekle öyle meşgul ki kıyısından kayıp giden hayatın güzelliklerinden, ona sunduğu nimetlerinden mahrum kalıyor ya da yeterince yararlanamıyor. Ama bu güzelliği ve nimetleri büyük toplum kesimlerinin acıları üzerinden kendine devşiren küçük bir azınlıklık ise oldukça mutlu. Açlık, yoğun sömürü ve savaşlarla insan ve doğa tahrip edilirken hem bu dünyayı hem diğer dünyayı kendilerine cennete çevirmekle meşguller.

Dünya nüfusunun oldukça küçük bir bölümünü oluşturan bu bir avuç insan dünya nimetlerinden nasıl bu kadar çok yararlanır da, büyük çoğunluk niye mahrum kalır? Mahrum kalmakla kalmaz, bu azınlık için kendini yer bitirir, taparcasına bir kulluk için zaman zaman birbiriyle yarışır. Büyük savaşların katili ve kurbanı olmaktan çekinmez. Bedel ödemek adeta bir kader gibi geleceğine yazılmıştır: en ağır koşullarda çalışır iş cinayetlerinin kurbanı olarak bedel öder, çıkar çatışmalarının bir piyonu olarak bedel öder, tüm mücadelesine rağmen gözünün önünde sevdiklerinin çektiklerine karşı çaresiz kalarak bedel öder. Kadınıyla, erkeğiyle, çocuğuyla doğayı da tahrip ederek, büyük felaketlerin mağdurları olmayı kendi elleriyle başarmış olarak efendilerine kulluk etmekten asla vazgeçmez. Ama her zaman kendini akıllı, dürüst, vatanın milletine bağlı, dini bütün, haklı bireyler olarak görürler. Nede olsa bahanesiz kötülük olmaz.

Nasıl başarıyorlar bunu ? İnsanlar kendilerinin ve çocuklarının hayatlarını felakete çeviren bu duruma nasıl düşebiliyorlar ? Nasıl oluyorda kendi varlıklarına düşman olarak yönlendirilebiliyorlar.

İşin sırrı psikolojik bir canlı olan insanı, var olan maddi manevi semboller etrafında sorgusuz bir bağla toplamakta yatıyor. Bu sembollere, farklı toplumsal gruplarla bir çatışma yaratılarak, fanatik bir bağlılığın oluşması sağlanıyor. Düşmanlık ve çekişme arttıkça bu sembollere körüne bağlılık daha da güçleniyor. Tuğlaları nefretle örülmüş, yıkılması çok zor olan bir kale gibi.

 Bu semboller bir futbol takımı, bir bayrak olabilir, bir din olabilir, vatan olabilir ama hiç bir zaman insan olmaz. Toplumlar bir birinden nefret eder, büyük bir ırkçılık neredeyse genlerimize işleyecek şekilde bize empoze edilir. Bundan sonrası kolaydır. Bu düşmanlıklar, korkular gerektiği zaman ortaya çıkarılarak insan toplulukları istenildiği gibi yönlendirilir.  İnsan insanın, insan doğanın düşmanı olur böylece. Burada haklı olan yoktur sadece güçlü olan vardır.

Oysa insanın bu dünyadaki  varoluşuna  ne anlam yüklersek yükleyelim temel öğe yaşamını sürdürmek için gerekli kaynaklara ulaşmak, üremek ve kendini koruya bileceği güvenli bir yaşam alanı sağlamaktır. Temel amaç budur. Ne azı ne fazlası. Bu temel amacın gerçekleşmesi için insan zayıf fiziğiyle doğaya karşı ayakta kalabilmek için toplu halde yaşar. Geçmişteki sınıfsız toplumların, ilkel dediğimiz kabilelerin yaşam biçiminden bunu görürüz. Tüm eylemler bahsettiğimiz bu ana amaca hizmet etmek üzere yönlendirilir.

Ta ki üretim ilişkilerinin değişmesi ve teknik gelişmelerle beraber üretimin artması sonucu ortaya çıkan fazla ürünle beraber sınıflı toplumun ortaya çıkışına kadar. Artık çalışmadan tüketen bireyler ve bunların yaşadığı tatlı hayat vardır. Daha sonra ortaya çıkan bu durumun süreklileştirilmesi için bu fazla ürüne el koyan grubun, büyük toplum kitlelerini bir şekil ikna etmesi sürecidir. Yaşamak adına başkası için çalışmak. Kabul görmeyecek bu duruma toplumu ikna etmek için her türlü yöntemin kullanıldığını söylemeye gerek yok.

Farklı toplumsal grupların temel amaçlar yönünden bir biriyle dost kalması gerekirken daha fazla sömürülmek adına küçük azınlığın çıkarları doğrultusunda birbirlerine ırksal, dinsel vb. ayrımcılıklarla düşmanlık beslemesi bırakın insanın, en basit canlının bile yapmayacağı türden bir ahmaklık olarak karşımızda duruyor. Doğamızda olmayan ve tamamen aleyhimize olan bu durumun nedenlerinden biri olan ırkçılığın bu yüzden diğer ayrımcı yaklaşımlarla birlikte bir hastalık olarak tanımlanması gerekiyor.


18 Haziran 2015 Perşembe

Wild ( Yaban) / Film

Gülümseyerek aydınlıklar içinde var olduğumuz ve sürekli bu şekilde devam edeceğini düşündüğümüz  hayatımız bir anda tepetaklak olup, karanlığa gömülebiliyor. Bu durumda  önümüzü göremez, hedefsiz, fırtınada sürüklenen bir gemi gibi kıyıdan kıyıya savrulur,demirleyebileceğimiz bir limandan yoksun kalırız. Önümüzde iki seçenek belirir bu durumda: ya tüm zorluklara karşı direnip hayata tutunuruz ya da pes edip, girdap olup bizi kendine çeken karanlıkta kaybolup gideriz. 

2015 te ülkemizde vizyona giren ve oldukça beğenilen Wild ( Yaban ) filminde bu ikilem içerisinde kalmış genç bir kadının  ilk seçenek üzerinden hayata tutunuş hikayesini izleye bilirsiniz.

Zamansız bir şekilde, acılar içerisindeki annesini kaybeden ve bu darbenin etkisiyle  savrulan, evliliği sonlanan, umutsuzluk ve çaresizliğe kendini teslim eden bir kadın. Son bir gayretle hayata tutunabilmek adına Amerikanın uzun, tehlikeli ve ıssız 'Pasific Crest Yolu' denen doğa parkurunda, haftalarca süren tehlikeli bir yolculuğa tek başına çıkar. Aştığı her engelde, attığı her adımda kendini, hayatını sorgulayarak adeta kendisini boğan pislik ve karanlıktan arınır. Yeniden bir doğuş hikayesidir onun ki.  

 Cheryl Strayed' in Wild: From Lost to Found on the Pacific Crest Trail adlı romanından uyarlanan kaliteli ve insana dair anlatımıyla izlenmesi gereken bir film.

Unutmayalım:  "yaşamak direnmektir"






17 Haziran 2015 Çarşamba

Aleksander Tekniği ile Mükemmel Duruş


Günümüz dünyasının günden güne doğadan uzaklaşan yaşam biçimi, insanları ağrılı hastalıkların pençesinde yaşamaya mahkum ediyor. En kötü hastalık varlığından bile habersiz olduğumuz rahatsızlıklarımız. Çoğumuz baş ağrılarını, enerjisizliği, bağışıklık sistemimizi düşük seviyede çalışmasını, fıtıklara ve disk kaymalarına varan sırt sorunlarını kanıksamış durumdayız.

Öyle bir tempoda yaşıyor ve çalışıyoruz ki; kendimize özen göstermek denince makyaj yapmak ya da parfüm kullanmaktan ötesini düşünemiyoruz. Mutluluk kaynağı olan hareketi yorgunluk olarak algılıyor, çalışmamızın asıl hedefi olan sosyal hayata katılmaya vaktimizin olmadığını düşünerek belirsiz bir zamana erteliyoruz. Aslında insanı insan yapan özelliği sosyal olması. Sadece ihtiyaçlarımızı karşılamak için alışverişe gitmek değil, birlikte gelişmek için harekete geçmemiz gerekiyor. Beynimizi ve bedenimizi birlikte geliştirmek, bizi gençleştiriyor, mutlu ediyor, sağlıklı ve renkli bir hayata ulaştırıyor.


Bedenimizi sağlıklı kılacak pek çok aktivitenin yanında Aleksanser Tekniğiyle mükemmel bir duruş için yapılacak egzersizler hatalı duruş ile bağlantılı olarak ortaya çıkan bedensel pek çok sıkıntımızı gidermeye yardımcı olacaktır.

Bu farklı teknikle tanışmak için artık her perşembe Sinan Temizalp Feronia Beauty Saloon'da olacak.          
                                                       
                                                                                                                                             
                                         
Detaylı bilgi ve rezervasyon için:  0553 342 27 43 

Feronia Beauty Saloon
Sıraselviler Cd. Ulus Apt. No:91/6
Cihangir / İstanbul
0212 245 80 90

www.feroniaguzellik.com





16 Haziran 2015 Salı

Nokia Lumia 920 / windows 8.1

Beton yığınlarının arasında, açık cezaevi misali hayatlarımız içinde geçmişten bugüne değişen pek çok şey gibi iletişim de farklı boyutlara taşındı. İletişimde en çok kullandığımız,iyisiyle kötüsüyle, mobil telefonlar pek çoğumuzun elinde. Bu telefonların bazı modelleri öyle akıllı ki onlara sadece telefon demek teknolojiye hakaret olur. Ve o kadar pahalılar ki bu durum emeğiyle geçinen bizlere de hakaret olarak algılanabilir.  

Büyük bir rekabetle bu cihazlar her geçen gün geliştirilip, yeni özellikler eklenip piyasaya sürülüyor. Biz kullanıcıların pek çoğu hiç kullanmadığımız bu özellikler nedeniyle büyük paralar ödüyoruz. bizi satın almaya teşvik eden ihtiyaçtan çok gösteriş ve prestij kaygısı.

Ben de burada 6 ay önce alıp kullanmaya başladığım telefonumdan bahsetmek istedim. Gösteriş olsun diye değil, bu tip bir telefon almak isteyenlerin değerlendirme yapmalarına yardımcı olmak için. Sonuçta pek çok şeyin elektronik ve sanal ortamda yapılabildiği günümüzde bu akıllı telefonları kullanmak büyük bir zaman tasarrufu sağlıyor. Aynı zamanda sosyal, siyasal gündem takip edilip, şehrin keşmekeşinde kolaylıklar sağlıyor.

Bu sosyal mesajdan sonra çok fazla teknolojiden anlamasam da telefonumdan bahsedebilirim.

Smart Phone denen bu akıllı telefonlar bildiğim kadarıyla üç işletim sisteminden birini kullanıyorlar:  Android, IOS ve Windows phone.  Telefonların çoğu android sistemi kullanırken Apple firmasının ürettiği telefonlar IOS işletim sistemini kullanıyor. Microsoft'un satın aldığı eski aşkımız Nokia'nın akıllı telefonlarında ise son zamanlarda Android de kullanılmakla beraber  Windows Phone 8.1 işletim sistemi kullanılıyor. 

Andorid ve IOS'a az çok aşina olduğumdan daha farklı ve benim için keşfedilmemiş olan windows işletim sistemli, Nokia Lumia telefon tercih ettim. Ve pusuya yatıp uygun bir kampanya denk getirip, ben de akıllı bir telefon sahibi oldum. Kullandığım 6 aylık süre boyunca iyi ve kötü olarak özelliklerini aşağıda sıralıyorum. 



Model: Nokia Lumia 920

İyi yönleri:
---------------

Ekran çözünürlüğü ve canlılığı iyi

Fotoğraf ve arka kamera  çok iyi

Ses kalitesi iyi

Stabil bir telefon

Hızlı, takılma ve donma yapmıyor

Dokunmatiği iyi

Menüler ve arayüzünü beğendim Android'e göre daha derli toplu

İnternet ile sekronizasyonu iyi ve pratik

32 gb. dahili hafızaya sahip


Kötü yönleri:
----------------

Diğer telefonlara göre daha ağır ve kalın

Uygulama çeşitliliği ve kalitesi olarak diğer işletim sistemlerine göre zayıf kalıyor

Oyunlarda çok ısınıyor

Bütün büyük ekran telefonlar gibi tek elle kullanılması zor

Pili 1 gün dayanıyor








Bumerang - Yazarkafe

15 Haziran 2015 Pazartesi

Beklenen / Kathleen Mcgowan

Her güçlü öğretinin, her egemen inancın tarihinde üstü örtülen, görmezden gelinen gizemli bir yan vardır. Genelde bu egemenliğin tahsis ediliş sürecinde galip gelenlerin otoritelerini sürdürmeleri için gerekli bir durumdur. Bu gizemleri, bilinmeyen tarihi kah bilimsel kah fikirsel olarak eşeleyen, ortaya çıkarmaya çalışan kişilikler ya da gruplar her zaman var olmuştur. Olmasını arzu edeceğimiz durum da budur.  Bununla birlikte şarlatanlık yaparak rant peşinde koşanların da ortalıkta cirit attığını belirtmekte fayda var. Bu da arzu etmediğimiz bir durum.

Amerikalı yazar Kathleen Mcgowan hangi pozisyonda bilmiyorum ama hristiyanlık inancındaki Mecdelli Meryem olayını temel alarak kendisini de bu olayın bir parçası görerek yazmış. Kendi hikayesi olduğunu ve yıllarca yaptığı bir araştırmaya dayandırdığını söylediği bu romanında sürükleyici bir gerilim, hristiyanlık üzerine belirlemeler ve yaşandığına inanılan olaylarla düşündüren, merak uyandıran, güçlü anlatımlı bir kitap olmuş. Bol sayfalı bu kitabı genelde, durağan bölümler dışında sıkılmadan okudum. Bu tip gerçek olduğu iddia edilen gizem, gerilim tipi roman okuyucuları ve Hristiyanlık içerisindeki Mecdelli Meryem ve kutsal kase hikayesini merak edenler için tavsiye edebileceğim bir kitap.


İthaki Yayınları
552 sayfa
İstanbul,2006



Seçimde Gözlemci Olmak

Sonucunu merakla beklediğimiz 2015 milletvekilleri seçimlerini geride bıraktık. Seçim öncesi ülkemiz, halklarımız ve tüm ortadoğu coğrafyası için iyi bir sonucu umut edip, bunun için az çok bir emek harcadık. Sonucun hayırlı olup olmayacağını ileriki süreçte göreceğiz.     

Seçim günü maalesef demokratik bir ülkede olmaması gereken 'oylara sahip çıkma' endişesiyle sandık gözlemcisi olarak (müşahit) görev aldım. Daha önce de iki kez  görev alıp  işleyişi bilen biri olmama rağmen şu kamuoyundaki  oy hırsızlığı olabileceği korkusu nedeniyle bir gerginlik tüm gün üzerimdeydi. 

Sabah 6 da kalkıp evime yakın okulda diğer görevlilerle buluşup, görev kartımı aldım. Saat 7 de kapıların açılmasıyla hemen göz kulak olmam gereken sandığın bulunduğu sınıfa gittim. Sadece başkan ve kendisiyle birlikte görevli memuru vardı. Partilerin görevlendirdiği sandık kurulu üyeleri benden sonra geldi.  

Kurul oluşup yemin edildikten sonra, oy pusulaları ve zarflar mühürlenip sayıldı. Sayma işi pek kolay olmadı. Sayı tutturulana kadar 4-5 defa sayım yapıldı. Bana biraz beceriksiz geldiler ki 'işimiz var' diye kendi kendime söylendim. Çünkü hem görev dağılımında ve oy kullanma sırasında acemi, iş bilmez davranışlar sergilediler.  

Bu yüzden gözüm hep üzerilerinde oldu. Küçük sohbetlerle kimin hangi parti üyesi olduğunu anladıktan sonra en sabıkalı partinin temsilcisine özellikle dikkat ettim. Ki kendisi her ne kadar sıkıntı yaratacak biri gibi gözükmese de başkanın ve oyların etrafında en çok dolaşan, son ana kadar oy çuvalının peşinde koşturan kişiydi. Sanırım oyların güvenliğinden "endişe" ediyordu... 

Başkan genç bir erkek öğretmendi. Oldukça spor bir giyimle seçim ciddiyetinden biraz uzak görünse de şık spor ayakkabılarını oyları alıp kaçmak için giymediği belli oluyordu. Tarafsız ve siyasete uzak biri olarak gözüküyordu -ki bu beni rahatlatarak ileriki saatler için endişemi biraz azaltmıştı. Çünkü kuruldaki en önemli kişiydi. 

YSK tarafından başkanın yardımcısı olarak görevlendirilen tesettürlü, bayan imam hatip  öğretmeni maalesef kuruldaki  en acemi kişiydi.  Birazda olayın ciddiyetini kavramamış olacak ki fazla rahat davranışlarıyla bir kaç hataya imza attı. 

Daha çok çalışan iki büyük partinin üyeleriydi. Diğer iki küçük partililer ise zaman geçirmek ve sayım yapmak dışında pek varlık göstermediler.

Tüm uğraşıların ve emeğin karşılığının alınacağı, ülkenin kaderinin belirleneceği o sayım anı geldiğinde yüreğim heyecanla atıyordu. Başkanın açtığı her pusulayı dikkatle inceleyip her oyu dikkatlice  çizelgeye kayıt ettim. Sorunsuz bir şeklide sayım bittikten sonra mühürletip aldığım tuttanakla kendimi dışarı atmadım. Daha doğrusu atmak istedim. Ama bunun yerine kurul işini bitirip, oy çuvalıyla beraber ilçe seçim merkezine gitmek üzere araca binene kadar onlara eşlik ettim. Sonrasında yorgun bir şekilde yüzlerce oya sahip çıkabilmiş olmanın huzuruyla, seçim sonuçlarını takip etmek üzere televizyonun başında, ülkenin kaderinin grafiklerdeki yansımasını izledim.  














   

2 Haziran 2015 Salı

Seçimde Kime Oy Vermeli ?


Pek çok seçime tanıklık ettim. Ama hiç bir seçim bu yılki milletvekilliği seçimleri kadar anlam ve önem taşımamıştı benim için. Sanırım milyonlarca seçmen için de geçerli bir durum. Umut ve endişenin bir arada olduğu bir ruh haliyle, sosyal medya üzerinden takip ediyor ve bazı paylaşımlarda bulunuyorum. Bu seçimlere atfettiğimiz öneme istinaden buradan bu konuyla alakalı görüş ve fikirlerimi paylaşmak istedim. Öncelikle siyasetin toplumsal yaşam içerisindeki mücadele, çaba ve emeğin yoğunlaşmış hali olduğunu unutmadan bu alanda herkesin var olabilmesi gerektiğini düşünüyorum. Çünkü siyaset yaşadığımız tüm olumsuzlukların sebebi olmakla birlikte bu olumsuzluklardan kurtulmanın da biricik yoludur. Bu nedenle bu alan -ki bu alan bizim şimdimiz ve geleceğimizdir- kendini elit olarak gören bir avuç insanın tekeline bırakılmamalı... Siyaset hayattır ve siyasette var olabilmek hayatta var olabilmek demektir.

Bununla birlikte, seçimin tüm heyecanı ve sıcaklığında ortaya koyacağımız görüşlerimiz, tercihlerimiz bir tepkinin değil  farklı bir bakış açısının düşünce ufkumuzda yaratacağı olumluluğun hedefi olmalıdır. Çünkü iyinin ve doğrunun peşinde olduğumuzu iddia ediyorsak şunu bilmeliyiz ki doğruya pek çok fikrin senteziyle ulaşabiliriz. Kör ve fanatik olarak bağlandığımız düşüncelerimizle bu senteze ulaşamayacağımız gibi sahte ışıkların peşinde karanlıkta kaybolup gideriz. Bu nedenle farklı düşünceleri dışlamadan dinlemeyi bilmeli, ön yargılardan olabildiğince uzaklaşmalıyız. Beynimiz bir et yığını olmadığı gibi uzaktan kumandalı bir cihaz da değildir. Milyarlarca yıl içerisinde doğanın var ettiği, pek çok veriyi analiz edebilecek güce sahip bir organdır beyin. Küçük yaşamların kısır bir enstrümanı olmaktan çıkıp büyük ve görkemli yaşamların yaratıcısı olmalıdır.


Ülkenin içinde bulunduğu sosyal-politik durumun hiç olmadığı kadar gergin ve kutuplaşmanın hiç olmadığı kadar keskinleştiği bir zaman dilimindeyiz. Sınırlarımızın hemen gerisinde, ateşe verilmiş coğrafyaların sıcaklığı bizi de yakacak noktaya gelmişken, birkaç gün sonra yapılacak olan seçimlerin önemi çok daha fazla artmış bulunuyor. 


Dünyadaki pek çok ülke gibi kardeşleşmeyi sağlayamamış bir ülke olarak; kim neyi savunursa savunsun şunu bilmeliyiz ki hiç olmadığı kadar demokrasiye ve barışa ihtiyacımız var. Toplum içinde özgür ve demokratik bir ülke talebinin yanı sıra, güdülmeye alıştırılmış, alışmakla kalmamış bundan mutlu olan, kendisine kulluk edilecek krallar, padişahlar peşinde olan büyük bir halk gerçekliliği de önümüzde duruyor.


Farklı kimliklere, düşüncelere tahammülü olmayan, devletin ve sistemin hakimi olan bir avuç insanın kendi çıkarları için kolaylıkla yönlendirdiği bir toplum olmaktan çıkamadığımız sürece bin bir felaketi ve acıyı üzerimize çekeceğimizi bilmemiz gerekir. Toplum içindeki ayrıştırmalar, düşmanlıklar o toplumun kolay yönetilebilmesi ve yönlendirilmesi için gereklidir. Hayatın pek çok alanında horlanmış, açlığa ve zor hayat şartlarına mahkum edilmiş halk kitlelerinin kendi durumlarına bakmaksızın büyük bir lüks ve sefa içinde yaşayan sistemin temsilcilerine olan bağlılıkları bu ayrıştırmadan beslenen bir fanatizmin sonucudur. 


Bu ayrıştırma üzerinden devletin ısrarla topluma dayattığı bir tekçi zihniyet ile karşı karşıyayız. Bir aile içinde bile tek bir düşünce, tek bir davranış kalıbı olmadığı gibi her bir bireyin bir biriyle çelişebilecek arzu ve isteği varken, tekleştirmeyi  tümden bir ülkeye dayatmak, farklılıkların karşısına bir direnç noktası koymak ve bu direnç noktasından sistemin devamını sağlamaya çalışmaktır.  


Peki önümüzdeki seçimler bahsettiğimiz bu olumsuzluklar üzerinde geniş halk kesimlerinin lehine bir fayda sağlar mı ?  Eğer birinci öncelik olarak halklar ve farklı toplumsal kesimler arasındaki sorunların giderilmesini sağlayacak, kardeşliği pekiştirecek politikalarla öne çıkacak bir partinin mecliste güçlü bir şekilde temsili sağlanırsa bu seçimler önemli bir kazanım olacaktır. Çünkü yukarıda bahsettiğimiz üzere sistem tarafından oluşturulmuş toplumsal ayrışmalar Suriye ve Irak örneğindeki gibi çatışmalara zemin hazırladığı gibi, halkın maddi manevi değerlerini kendi çiftliği gibi görenlerin bu düzenlerini sürdürmelerini de kolaylaştıracaktır. 


Bu durum ortada iken, yıllardır sistem içerisinde varlıklarını sürdüren partilerin, bahsettiğimiz ayrıştırmalar içerisinde saf tutmaları nedeniyle mevcut problemlerin giderilmesinde bir fayda sağlayacaklarını düşünmüyorum. Bu partilerin  tarihteki söylem ve pratikleri arasındaki farklar göz önündeyken, tüm söylemlerinin pratikte takipçisi olan ve bunun için her türlü bedeli ödemekten çekinmemiş bir parti ancak mecliste güçlü bir irade gösterebilir, ki sanırım ülkemizin de buna ihtiyacı var. 


Son söz olarak söyleyebiliriz ki; kucaklayıcı politikalar güden tüm aktörlerin, sistem tarafından  ısrarla toplum içerisindeki kutuplaşmaların bir parçası haline getirilmeye çalışıldığı bir ortamda en azından çocuklarımız için, eşitliğin ve kardeşliğin hüküm sürdüğü vicdanlı bir ülke ve dünya için ısrarcı olmalıyız.