10 Eylül 2016 Cumartesi

Karanehir'in Kızları (Öykü)

       Ağaçlarla çevrili bahçelerin içindeki tek katlı evlerin bir tepenin eteklerine serpilmişcesine durduğu köyün üzerinde, bahçelerdeki yemişlere göz koymuş alaca kargalar dolaşıyordu; keyifli ötüşlerine bakılırsa köylülerin medet umduğu korkuluklardan pek ürkmemişlerdi. Bir kaç köpek yolun kenarındaki gölgeliklere umarsızca uzanmış, öğle sıcağının ıssızlığındaki tozlu yolda hızla yürüyen kızı izliyordu. Genç kız basmadan desenli fistanı, çiçekli şalvarı ve omuzuna attığı küçük heybesi ile köye can veren Karanehir'e doğru gidiyordu. Uzun kumral saçlarını zapturapt altına almak için iki örgü yapmıştı. Yürüdükçe örgüleri bir saat sarkacı gibi düzenli olarak sağa sola salınıyordu. Derenin üzerindeki köprüden geçerken onu tanımayanlar yeşile çalan ela gözlerinin alttaki suyun rengini yansıttığını sanabilirdi. Ama köydeki herkes bilirdi ki, Ayşe'nin gözleri tüm kızların içinde en güzeliydi ve rengi yeşile çalan elaydı; Karanehir gibi...
        Kısa zamanda ulaşmak istediği yere varmıştı. Nehrin çoşkun sularının hemen yanı başındaki yaşlı ve yüksek bir çınarın altında, sararmaya yüz tutmuş yaprakların gölgesindeydi. Bekliyordu şimdi. Göğsü hızla inip kalkıyordu; nedeni ellerinin terlemesi gibi heyecandandı. Pek yaşamadığı bir duyguydu bu. Bu yüzden şaşırmıştı terleyen ellerini görünce. Ellerinin terini üzerine silerken, kadınların genellikle çamaşır yıkadıkları çeşmenin olduğu taraftan gelen sesleri duydu. İki kişi konuşuyordu, daha çok fısıldaşır gibi. Sonra sık ağaçların arasından ürkek bir ceylan gibi çıkan Zeynep'i gördü; yürümeye takati yok gibi ağır ağır yaklaşıyordu. Bir, iki, üç... diye içinden saydı Ayşe. Tam onsekizinci adımda buluştular.
Uzun zaman olmuştu birbirlerini görmeyeli; o ana kadar çocukluklarını beraber yaşamış, köyden ibaret hayatlarında birbirlerinden hiç ayrılmamışlardı. Oyun ve dert arkadaşıydı onlar. Ama üç aydır görüşmemiş, seslerini dahi duymamışlardı. Aynı köyün içinde bir fısıltı kadar yakın, ama bir çift laf edemeyecek kadar uzaktılar. İşte bundan ötürüydü Karanehir'in kenarında kucaklaşan iki çocuğun gözlerindeki mutluluk ve hüzün. Gözyaşları küçük omuzlarını ıslatırken, hıçkırıkları suyun uğultusuna karışıyordu. Gölgesine sığındıkları yaşlı çınarın üzerindeki alaca kargalar yaygaralarına son vermiş, tanış oldukları çocukları sessizce izliyorlardı; belki bir parça hüzün onların da yüreklerine düşmüştü.
Hıçkırıkları sonlanıp, birbirlerinin ıslak gözlerine bakarken dudaklarına mutluluk tebessümü oturmuştu. Her ne kadar Zeynep'in gülümsemesi eksik, gözlerindeki ışıltı sönük olsa da, Ayşe çok mutluydu can arkadaşını gördüğüne. Sormak istediği çok şey vardı, ama sustu. Küçük heybesindeki oyuncak bebeği Zeynep'e uzattı. Arkadaşının gözlerinde bir parıltı görmeyi ummuştu; ama göremedi. İçi cız etti. Anlamıştı, artık eski Zeynep değildi karşısındaki, galiba çocuk bile değildi. Oysa ne kadar severdi Zeynep bu bebeği. Şu meşenin altında saatlerce oynar; saçlarını tarar, giydirir, uyuturlardı. Gözyaşlarını içine akıtan Ayşe: "Oynayalım mı? Eskisi gibi." Yarım bir tebessümle ''Olur'' dedi Zeynep. Utangaç ve zor duyulur bir sesle ekledi: "Ama çok duramam. Biliyorsun..." Yan yana oturup, uzun zaman önce köye gelen çerçiden alınan kara saçlı, mavi gözlü, elleriyle diktikleri elbisesiyle cana büründürdükleri bebekle oynamaya başladılar. Konuştular ama sadece oyun içinde. Pek oyun gibi değilde, sanki bir vedaydı çocukluğa. Geçen üç ayı, neler yaptıklarını, hayatlarını konuşmadılar. Lal kesildiler. Ayşe sormaya korktu, Zeynep konuşmaya. Soydular, yıkadılar, giydirdiler, uyuttular ellerindeki bebeği. Artık seyrelmiş saçlarını tarayıp topladılar. Hanım hanımcık yaptılar: uysal, söz dinleyen. İstenildiği gibi.
       Zeynep'in gözleri dalıp dalıp gidiyordu coşkun sulara. ''Ne düşünüyorsun?'' diye sordu Ayşe. ''Hiç. Gitmeliyim'' dedi Zeynep. ''Çeşmede bekliyorlar beni.'' Kalktı, yazmasını aldı, başına gevşekçe örttü. Geldiğinden beri ilk kez gözlerinde bir ışıltı belirdi. Buna dudaklarına yerleşen, Ayşe'nin anlamını çözemediği ince ama keskin bir tebessüm eşlik etti. Sonra arkadaşının gözlerinin içine, ta derinlere baktı. Bakışları Ayşe'nin yüreğine işledi. Sarılmadan, dokunmadan, bir hoşçakal bile demeden vedalaştılar.
Çeşmeye doğru yöneldi Zeynep. Bir kaç metre gitmişti ki adımları yavaşladı, sonra durdu. Bu arada alaca kargalar yaygaraya başlamıştı tekrar. Çünkü her şey eskisi gibi görünüyordu. Oysa yanılıyorlardı. Hiç bir şey eskisi gibi değildi. Ne yaşlı çınar ne de yanlarında coşkuyla çağıldayan Karanehir. Bu evrenin bir yazgısıydı. Eski Zeynep yoktu örneğin. O artık Ayşe'nin onüç yaşındaki arkadaşı olmadığı gibi, köyün ele avuca sığmaz çocuğu da değildi. Doğup büyüdüğü ve hep çocuk kaldığı evinin kapısından bir oyun oynar gibi çıkarılmış, elli metre mesafedeki başka kapıdan bir kadın olarak girmişti. Kadınlığa geçişi birkaç dakika sürmüştü. Büyük ve zengin bir evde ondan hizmet bekleyen bir adamın küçük karısıydı artık. Tabiki sadece adamın değil, annesinin, babasının ve kardeşlerinin de hizmetini görmesi gereken, büyük evin küçük geliniydi. Yapayalnız, bir başına. Her anı bir işkence, her anı yaşanılan bir ölümdü onun için. Alaca kargalar bunu bilmezdi belki ama Zeynep bunu çok erken öğrenmişti. Tekrar yürümeye başlayınca yönü Karanehir'di artık. Hızlı ve kararlıydı; heyecanla beklenen bir yolculuğa çıkar gibi. Ayşe bakakaldı, anlamadı. Sonra içine bir ateş düştü. Yüreğinin ortasına oturan acının ağırlığıyla yerinde çakılıp kalmıştı. Seslenemedi Zeynep'e, ''yapma'' diyemedi. Sadece sayabildi: bir, iki, üç... ve yirmi. Onu kendisinden ve hayattan ayıran sadece yirmi adımdı.
Zeynep'i arayanlar, nehrin kenarında dizlerinin üzerine çökmüş halde buldukları, sürekli olarak sayı sayan, gözlerini azgın sulardan ayırmayan kıza bir anlam verememişlerdi. Birkaç tokattan sonra dili çözülünce anlamışlardı durumu. Yapılacak bir şey yoktu artık. Güneş ile birlikte umutlarda batmıştı ve alaca kargaların terk ettiği çınarın altında ağıtlar yükseliyordu şimdi. Bazısı ana ağıdıydı acısını yürekten alan, bazısı geline yakılan sitem ağıdı.
Köylüler ve jandarma üç gündüz boyunca aradı nehri, köşe bucak sazlıkları. Ömrü gibi kısa bir dalın ucunda, yazgısı gibi kara yazmasını buldular sadece. Bir kadın olarak kollarına atıldığı nehrin sularından bir ölü olarak bile çıkamadı. O gün, yazmanın bulunduğu yerde, Ayşe elindeki bebeği bıraktı suya. Belki bir yerlerde Zeynep'le buluşur umuduyla. Düşünüyordu ki yalnızlık çekilmez, nehrin altında olsa bile...

Serhat Özcan
İstanbul, 2016

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Yorumlarınızı seçeneklerdeki Anonim sekmesine tıklayarak kayıt olmadan yapabilirsiniz..